-Sağlık sistemimiz...
BİR HASTALIĞIN SEYRİ: SAĞLIK SİSTEMİMİZ
1997 yılının Ağustos ayı başında rahatsızlandım. 3 ayrı
hastanede 8 ayrı doktor muayene etti. Hastalığımın seyriyle
ilgili Ekonomi Muhabirleri Derneği’nin yayın organı Ekonom
Dergisinin Eylül-Aralık 1997 tarihli 6-7’nci sayısına bir yazı yazdım.
Aradan 18 yıl geçti. Bu dönemde birçok doktora gittim. Uzun süreler
beni takip eden doktorlar oldu. Karaciğerimden, midemden,
kolumdam biopsiler yapıldı. Hemen her bölüme muayene oldum.
Endoskobileri saymıyorum bile…. Hala hastalığımla ilgili net teşhis
konulmadı. Her doktor, farklı bir şey söylüyor. Bildiğim karaciğerimin
bozuk, CPK’mın (creatin kinaz) yüksek olduğu. 49 yaşındayım. 40
yaşından sonra diabet de başladı. Ama beklentilerin aksine hala
yaşıyorum… Aradan geçen sürede bende de sağlık sistemimizde de
çok fazla değişiklik olmadı sanırım. Şimdi de çok zorunlu olmadıkça
doktora gitmiyorum. İşin peşini bıraktım.
18
yıl önce kaleme aldığım yazı şöyle:
Sıradan
bir vatandaş olarak Sağlık Bakanlığı’na sesleniyorum: Öyle çok ayrıntılı
araştırma yapmaya, bu iş için para ve zaman harcamaya gerek yok. Her konuda
“hap” gibi rapor sunan, çok ünlü yabancı danışmanlık şirketlerine milyonlarca
dolar ödemek de gereksiz. Türk sağlık sisteminin nasıl işlediğini görmek için
bir hastaneye düşmek yeterli…
Benim
geçen yaz yaşadıklarım, Türkiye’nin sağlık sistemini de net bir şekilde ortaya
koyuyor. Vatandaşlar olarak “zamanında hastaneye başvurulmuyor, iş işten
geçtikten sonra doktordan çare bekleniyor” diye eleştiririz ya, bunlar
hikaye... Yaşadıklarım, zamanında doktora gitsek de işimizin şansa kaldığını
doğrular cinsten… Ben oldukça uzun süredir, hasta ziyaretleri dışında
hastanenin kapısından içeri girmeyen, doktor yüzü görmeyen, ekonomi muhabiri
arkadaşların da çok iyi bildiği gibi oldukça “sağlıklı” bir kişiydim… Geçen
yaza kadar… Geçen yaz, Temmuz ayının 13’ünde evlendim. Zaten hikaye de bundan
20 gün kadar sonrasına dayanıyor.
Sıcak
bir Ağustos akşamı, eşimle birlikte kayınbabamlara yemeğe gittik. Üzerimde bir
iştahsızlık, şişkinlik vardı. Yemekte balık olmasına rağmen kendimi zorlayarak
yedim.
O
gecenin sabahı, kısa süreli, şiddetli ishal oldum. Hafif bir ateş, bitkinlik ve
karın ağrısı öğle saatlerine kadar sürdü. Salı sabahı, ishal hariç aynı olay
tekrarlandı. Aynı günün akşamı, “bir görünelim” diyerek evimin bulunduğu semt
olan Batıkent’te bir polikliniğine gittim. Sen misin giden… Nöbetçi doktor muayene
etti, kulaklarımın “ender görülecek” kadar temiz, ciğerlerimin ve kalbimin
durumunun iyi olduğunu, bağırsaklarımın “mükemmel” çalıştığını söyledi. Ben, doktora “iyi de benim karnım niye
ağrıyor” dedim. Doktor, uzun uzun dil döktükten sonra teşhisi koydu: “Soğuk
algınlığı nedeniyle olabilir. Sana Vermidon yazıyorum”. Derdinin çaresini
bulmuş bir kişi edasıyla poliklinikten çıktım.
Tatsızlık,
bitkinlik ve kabızlık hali Cumartesi gününe kadar devam etti.
Cumartesi günü bir tanıdığımın düğününe katıldım. Düğün sonrası evde hafif bir
yemeğin ardından saat birbuçukta yattım. İki günlük uykusuzluğuma rağmen,
sabaha karşı üçte korkunç bir karın ağrısıyla fırladım. Yarım saat içinde pes
ettim ve eşimle birlikte daha önce gittiğim polikliniğin yolunu tuttum. Nöbetçi
olan doktor bir hastaya gitmişti. Oradaki görevli bana ağrı kesici iğne yaptı.
Hiçbir tesiri olmadı. Yarım saat sonra doktor geldi muayene, kan, idrar tahlili
yapıldı. Sonuçta doktor, hastaneye gitmemi önerdi. Babamları çağırdık ve sabaha
karşı saat dörtbuçukta SSK Dışkapı Hastanesi’ne gittik. Hastanede nöbetçi uzman
cerrah, beni oturduğu yerde dinledi ve bana “Bu iğneyi vurdur. Bir süre sonra
ağrı geçmezse bana tekrar gel” dedi. Yarım saat sonra aynı doktor bana, “geçmedi
mi” diyerek bir iğne daha yazdı, bir de mide filmi istedi. Filmi çektirip
kendisine verdim, bana “iyi miden delinmemiş, ağrı birazdan geçer” dedi.
Dördüncü defa kendisine gittiğimde bana, “al şu fitili uygula” dedi. Fitili
uygulamam sonucu tuvalete çıkınca yeniden doğmuşa döndüm.
Pazartesi
günü, yine SSK Dışkapı Hastanesi’nde çalışan tanıdık bir genel cerraha muayene
olmaya gittim. Doktor beni dinledi, bir doktor arkadaşına olayı telefonla
anlattı ve beni muayene etmeden teşhisi koydu: “Belirtiler tifoyu gösteriyor.
Korkma en fazla bağırsaklarının bir bölümünü çürütür, o bölümü keseriz olur
biter. Sana 10 günlük açık istirahat veriyorum”….
Salı
günü, Ankara Numune Hastanesi’ne gittim. Tifo olduğumu sandığım için bir
intaniyeci doktora muayene oldum. Doktor benimle oldukça ilgilendi, kan, idrar, gaita
kültürü tahlili istedi ve “biz en kötü ihtimali düşünelim ve tifo olduğunu
varsayalım, gecikmemek için tedaviye başlayalım” dedi ve bana Cipro reçetesi
yazdı. Akşama doğru annem, bir komşusunu eve getirdi. Onları kıramadım,
hayatımda ilk kez tuz çevirmelerine, kurşun dökmelerine izin verdim. Okuyup,
üflediler ve teşhisi koydular: “Göz değmesi”… Annem bu arada “göbeğimin”
düştüğünü iddia ederek, bana takla atmanın da içinde bulunduğu akrobatik
hareketler yaptırdı. Sonuçta o akşam saat sekizde, yeniden hastalandım. Aynı
dayanılmaz ağrı… Karnım taş gibi oldu. Yeniden hastaneye, acil servise gittik.
İntaniyeci doktor geldi. Beni dinledi ve “tifonun seyrinde böyle ağrılar
olabileceğini, karnımı sıcak tutmamı” söyledi. Evde sabaha kadar uyuyamadım.
Sürekli bir ağrı, ateş ve terleme devam etti. Karnım sürekli sıcak tutuldu.
Çarşamba
günü benim için dönüm noktası oldu. O gün öğleden sonra tahlillerimi almak için
Numune Hastanesi’ne giden babam, intaniyeci doktoru da görmüş ve ona “tifoda bu
kadar ağrı olur mu, dün gece hiç uyuyamadı” demiş. Doktorun, “niye getirmedin
hastayı bir daha bakardım” demesi üzerine, aslında kendimi o sırada çok iyi hissetmeme
rağmen, öğleden sonra üçte hastaneye
gittim. Doktor muayene ederken, karnımın sağ alt tarafına dokununca irkildim.
Doktor, not yazdı ve beni genel cerrahiye gönderdi. Sonuçta ultrasona aldılar
ve apandisitim olduğu sonucuna vardılar. Cerrah, yarım saatlik zamanım olduğunu
söyledi ve “burada yatak yok SSK’ya 15 dakika içinde gidersiniz” dedi. SSK
Dışkapı’da, benim “tifo” olabileceğimi söyleyen cerrahın yanına gittik. Beni
muayene etti ve iki saat içinde ameliyata aldı.
Ameliyatım
da ilginç geçti. Tecrübeli bir hemşirenin, ameliyat yapacak olan doktora, şakayla karışık bir şekilde, “yemeğimizi yiyemedik. Akşam akşam nereden çıkardın bu
ameliyatı, diziyi kaçıracağım, yarım saatte bitir bu işi” demesi bana “koyun
can derdinde, kasap et derdinde” ata sözümüzü hatırlattı. Unutmadan, uzun boylu
biriyseniz ameliyat olmayı denemeyin. Çünkü boyum 185 santimetre olmasına
rağmen beni zorlukla ameliyat masasına sığdırdılar.
"Ameliyat
oldun kurtuldun" diyeceksiniz… Normali bu ama gelin görün ki ülkemizde pek böyle
değil. Ameliyat sonrası, odama alınmak üzere sedyeyle odama getirilirken,
birden nefes alamaz hale gelişim, yakınlarım feryadı koparmış. Doktorlar
çağrılmış ve tekrar ameliyathaneye alınmışım. Ameliyat öncesi midem temizlenmediği için daha önce içtiğim su ve ayran boğazıma kaçmış. Boğazımı temizlemişler, kurtulmuşum. Ameliyat esnasında patlayan apandisim
alınmış, çevresi temizlenmiş. Sadece bununla da kalınmamış ince bağırsağımda, apadisimin 20 santimetre yukarısındaki divertikül de alınmış.
Doktor olayı “karnını açmışken onu da kestik, hiçbir şey bırakmadık, tertemiz
ettik” şeklinde özetledi. Apandisim yaklaşık 22-23 saat önce patlamış. Nasıl
mı kurtuldum… Doktorum açıkladı: “Bünyen çok güçlüymüş, seni kurtardı”… Demek ki
zayıf bünyeli bir insan olsaydım gitmiştim…
Olay bununla da bitmiyor. Ameliyattan çıktım ama rahat edemedim. Yürüyemiyorum, yatağımdan doğruluyorum, baygınlık geçiriyorum. Doktorlara soruyorum, “normal” diyorlar. Sırf hamamböceklerinin benden daha iyi kullandığı eski ve küçük bir buzdolabı olduğu için lüks sayılan odamı, torpilli bir hastanın baskısıyla elimden almak, beni de yandaki odaya nakletmek istediler ama genel durumumun iyi olmaması ve eşimin mücadeleci kişiliği nedeniyle isteklerini gerçekleştiremediler.
Olay bununla da bitmiyor. Ameliyattan çıktım ama rahat edemedim. Yürüyemiyorum, yatağımdan doğruluyorum, baygınlık geçiriyorum. Doktorlara soruyorum, “normal” diyorlar. Sırf hamamböceklerinin benden daha iyi kullandığı eski ve küçük bir buzdolabı olduğu için lüks sayılan odamı, torpilli bir hastanın baskısıyla elimden almak, beni de yandaki odaya nakletmek istediler ama genel durumumun iyi olmaması ve eşimin mücadeleci kişiliği nedeniyle isteklerini gerçekleştiremediler.
Akşam
nöbetçisi cerrahi asistanı beni 40 saate yakın süre susuz bıraktı. Sebebi
vardır, durup dururken doktor susuz bırakmaz diyeceksiniz. Doğru, çok da sebepsiz
değil, doktora “bu hasta sıvı alacak denilmemiş”… Tabii benim yalvarmalarım
üzerine, annem okkalı iki-üç yudum meyve suyu verince, çok geçmedi 1,5-2 litre
kadar yemyeşil safra çıkardım. Tuvalette de safra çıkardım ve kendime geldim. Ne
baygınlık kaldı, ne de başka bir şey…
Sayısı 20-25'i bulan bol serumlu, her seferinde dört-beş hapı bulan bol ilaçlı ve iğneli dört günden sonra hastaneden çıktığımda, 10 günde 14 kilogram kaybetmiştim. Tek kayıp bu değildi, karaciğer değerleri de bozulmuştu.
Sayısı 20-25'i bulan bol serumlu, her seferinde dört-beş hapı bulan bol ilaçlı ve iğneli dört günden sonra hastaneden çıktığımda, 10 günde 14 kilogram kaybetmiştim. Tek kayıp bu değildi, karaciğer değerleri de bozulmuştu.
Hastaneden
çıktım da ne oldu, aynı günün gecesi sol ayak başparmağım, eklem yerinden
korkunç şekilde ağrımaya başladı. Öyle bir ağrı ki 2-3 saat kımıldatamadım.
Ertesi gün Numune Hastanesi’ndeyim. Ürik asitimin yüksekliğinden (normalin
yüzde 20 fazlasıydı) dem vuruldu ve teşhis konuldu: “Gut hastası olabilirsin,
et yeme, bacağını yarım alçıya alıyoruz”. Bir iki gün sonra, alçıyı ben
çıkardım ve doktora gitmeyi bıraktım.
Bir
süre sonra kanda iltihab olabileceği kuşkusuyla bu kez İbni Sina Hastanesi’nde
bir profesöre gittim. Profesör beni dinledi, bana sorular sordu, muayene etti
ve teşhisi koydu: “Çok büyük sorunun yok. Vücudun oldukça sağlıklı ama
belirtiler FMF’yi gösteriyor. Ailevi Akdeniz Ateşi olarak bilinen bu hastalık,
daha çok Akdeniz ülkelerinde görülür, kalıtımsaldır. Hastalıkları taklit eder,
ilkin apandisin gider, sonra safra kesesi ve diğerleri. Ben senin apandisit
olduğundan kuşkuluyum” dedi. Haydaaa…!, ben apandis ameliyatı olmuşum, tutulan
hasta dosyalarında patlayan apandisim ile divertikülümün alındığı, çevredeki
iltihabın temizlendiği yazılıyor, profesör bana “apandisit olduğundan kuşkuluyum”
diyor. Kime inanacaksınız?
Ben,
“nasıl olur doktor bey, apandisim patlamış, o bölgeyi temizlemişler” demem
üzerine, doktor, “apandisit belirtileri görülünce doktor açmak zorunda kalır,
apandisit olmadığın anlaşılınca da iş işten geçmiş olur” açıklamasında bulundu.
Nerede kaldı Hipokrat yemini…
Bu
arada işyerindeki arkadaşım Gürbüz, FMF’yi doktor olan ablasına sordu ve bana "müjdeyi" verdi: “Metin, FMF çok kötüymüş, 50 yaşına kadar ancak
yaşanabiliyormuş, hastanın hayatı sürekli ameliyatlarla geçiyormuş”… Buna ne
dersiniz?
Aradan
bir süre daha geçti. Ben de saplantı oldu, hastalığımın nedenini öğreneceğim…
Bir dahiliye uzmanına, özel muayeneye gittim, karaciğerimi de göstermek için…
Doktor beni muayene etti. Benim ona, bir pratisyen hekimin 3-4 sene önce beni
muayene ettiğini ve bana, “karaciğerinde yağlanma, 2-2,5 santimetre büyüme var”
dediğini hatırlatmam üzerine, “kim o doktor, yağlanma öyle muayene ile
anlaşılmaz, biyopsi falan gerekir, sen sarılıksın sanırım” dedi. Benden
istediği kan, idrar, sarılık tahlillerini yaptırdım doktora götürdüm. Doktor
teşhisi koydu: “Sarılık yok. Karaciğer değerlerin de oldukça iyi. Ultrasona da
bakmak lazım ama sanırım yağlanma var”…
Unutmadan,
SSK Etlik Hastanesi, ultrasona birbuçuk ay gün attı. İlk hastalanmamdan bu yana
yaklaşık üçbuçuk ay geçti, hala neyim olduğunu bilmiyorum ve ultrasonu
bekliyorum.
Not: Bu yazı Ekonomi
Muhabirleri Derneği’nin yayın organı Ekonom Dergisinin Eylül-Aralık 1997
tarihli 6-7’nci sayısında yayımlandı.
Yorumlar
Yorum Gönder