-Ellinci Yaş: Şimdi Yaşamak Zamanı
-50. yaş, yarım asır dile
kolay ama 49'dan farkı yok gibi...
Ankara - 18.02.2016 - Yeni
bir yaşa, 50 yaşına giriş. 18 Şubat 1966 yılında öğretmen bir baba, ev kadını
bir annenin ilk çocuğu olarak, memuriyetin yapıldığı Rize'nin Derebaşı Köyü'nde
başlayan hayata yolculuğun 50. yılı... Yarım asır dile kolay... Ama 49'dan
farkı yok gibi.
Marcel Proust’un 7 ciltten
oluşan “Kayıp Zamanın İzinde” kitabında olduğu gibi hatıralarım ne kadar geriye
gider bilmiyorum. Benim ilk, daha doğrusu hatırladığım ilk anılarım bundan
47-48 yıl önceye kadar dayanıyor. Yaşım ne kadardı bilmiyorum ama benden
yaklaşık 4 yaş küçük kardeşim Çetin bile olmadığına göre oldukça küçüktüm. En
fazla üç yaşındaydım.
Annem ve 2013 yılında yitirdiğimiz babamla gittiğim bir gezide, tanıdık bir köy evinde sedirde yalnız başına otururken hatırlıyorum kendimi. Babam, bir taburenin üzerinde oturuyordu. Ortada, yanılmıyorsam bir yer yemeği masasının üzerinde annem ve ev sahibi kadın yemek hazırlıyorlardı. Bir yandan da sohbet ediyorlardı. Kadının kim olduğunu hatırlamıyorum ama annem daha yirmisinde bile değilken, kırklı yaşlarda görünüyordu. Evin girişinde yörede avlu denen holde oturuyorduk. Evin kapısı açıktı. Ben sedirde sessizce otururken, ayaklarıma bakıyordum. Genişliği bir metrenin altında olan sedirde ayaklarım kenara ulaşmıyordu. Oysa, ayaklarımı kenarda sallamak istiyordum. Arada sırada gözlerimi kapının dışına dikiyor, oyun oynayan çocukların geliş gidişlerini izliyordum.
Sisli bir hava vardı.
Yollar çamurluydu. Kar yoktu ama sanırım güneşli bir öğlendi. Köyde karşı
yakada da evler görünüyordu. Ev sayısı fazla gelmiş ve ilgimi çekmişti. Ama
benim sıkıldığımı düşünen babam, “Metin istersen dışarı çık, çocuklarla oyna
ama uzaklaşma” dedi. Uslu bir çocuktum. İstemeye istemeye itiraz etmeden dışarı
çıktım. Çocuklara sessizce baktım. İlkin benimle ilgilenmediler. Yavaş yavaş
birbirimize ısındık. Sonra beni de oyuna dahil ettiler. Hepimiz çok küçüktük.
Oyunumuz bir o yana bir bu yana koşmaktı. Ama konuşmuyorduk. Sessizce
koşuyorduk. Aradan oldukça fazla zaman geçti. Annem seslendi. Yine sessizce,
çocuklarla konuşmadan, veda etmeden yanlarından ayrıldım ve eve girdim. Aynı yere oturmamı sağladılar. Küçük bir tepsiyle
yemeğimi getiren annem yanıma oturdu. Benim gözüm dışarıda, annemin verdiği yemeği, ne olduğuna
bakmadan yedim.
Daha sonra memlekette gittiğim
her yerde o köyü aradım ama neresi olduğunu bulamadım. Babama, anneme birkaç
kez sordum ama kesin bir cevap alamadım. Şu köy olabilir gibi tahminleri de beni tatmin
etmedi.
Marcel Proust, 7 ciltlik
serinin son kitabı olan “Yakalanan Zaman”da kaybettiği zamanı yakaladı mı
bilmiyorum ama ben hala yakalayamadım.
Sanırım, kaybedilen zaman
yeniden yakalanamıyor. Proust, yanılıyor. İnsan yakaladığını sanıyor.
Çocukluktaki o neşeyi, o tadı, hayatın sadece oyun olduğu eğlenceli ortamı
nasıl yakalayabilirsiniz ki...
Her yaşta tabii ki mutlu
olabiliyor insan. Ama sorumluluk kaygısı olmadan yaşamak, gülerek, eğlenerek
yaşamak, acıkınca yemek yiyip, uykusu gelince uyumak, üzülünce ağlamak,
sevinince gülmek… Düşünmeden, tartmadan, geleceği aklından geçirmeden sadece
anı yaşamak, çocukça yaşamak... Bunu 50 yaşında yapabilir misiniz?
İnsan 50 yaşına gelince
ister istemez zamanı da düşünüyor.
Turgut Uyar’ın dizelerinde
olduğu gibi “İşte ben hep böyle bildiğin gibi: Kaderi öpüp başıma komuşum,
gülüşüm, oturuşum, konuşuşum, belli efendim, besbelli; yaşamaktan soğumuşum”.
Yaşamaktan soğumadım ama ya ben yaşlanıyorum ya da ortam bozuluyor. Eski tat
tuz kalmadı. Zaman aleyhimize çalışıyor.
Zaten Atilla İlhan da An
Gelir şiirinde “Görünmez bir mezarlıktır zaman” demiyor mu?
Yine de ben, Can Yücel
gibi düşüneyim;
“Tam zamanında
yaşlandığını hissetmeli,
Tam zamanında ölmelisin
Iskalamak istemiyorsan
hayatı…
Haydi şimdi kalk bakalım
Silkin şöyle bir
At üzerinden hayatın
yorgunluğunu,
Vakit zannettiğinden daha
az
Haydi kalk bakalım,
Şimdi YAŞAMAK ZAMANI…”
Şimdi YAŞAMAK ZAMANI…”
Harika bir yazı...
YanıtlaSil