-İnsana en çok yakışan hüzündür…
Doğuya
hayranlığım masaldan, efsanedendir. Adalar ve Kuzey Avrupa efsaneleri de olmasa
batı bu konuda hepten fakir kalacaktı… Şu bir gerçek ki batı bu konuda kısır.
Masaldaki, efsanedeki doğunun heybeti, zenginliği batıda yok. Eski Yunan mitolojisindeki tanrılar bile insan gibidir. Örnek mi istiyorsunuz. Tanrıların
ve insanların babası olarak tanımlanan Zeus… Roma’da Jüpiter olarak bilinir.
Göklerin, şimşeklerin tanrısı… Yağmur ondan beklenir. Nedir özelliği:
Çapkınlık. Önemsiz demiyorum ama bir tanrıdan beklenmeyecek kadar insani bir
davranış.
Batı
bir Şahmaran yaratamamıştır. Şahraman Çukurova’dan, Tarsus’tan çıkmıştır. Batı,
üzerinde hayli fazla durduğu ölümsüz aşklarda da yetersizdir. Aşkı uğruna
dağları delen bir kahraman batıda yoktur. Batının aşk efsanesi Romeo ve Juliet’e
bir bakın, bir de doğudakilerine... William Shakespeare de olmasa ne olurdu? Doğuda, Leyla ile Mecnun, Ferhat ile Şirin,
Kanber ile Arzu, Kerem ile Aslı…Saymakla bitmez. Anadolu’da bile hemen her
yörenin bir ölümsüz aşk hikayesi vardır. Sadece Çukurova bile sayısız efsanesiyle
muhteşemdir. Yaşar Kemal’i okumak yeter. Anadolu’da köy köy dolaşıp masal
anlatanlar bile varmış. Yaşar Kemal de çocukluğunda masal anlatırmış.
Doğunun
bu konudaki üstünlüğünü ortaya koymak için “Binbir Gece Masalları” tek başına
yetmez mi?
Öykü,
deneme yazarı, şair, çevirmen, Büyülü Gerçekçilik akımının önde gelen ismi Arjantinli
Jorge Lois Borges, “Binbir”in nasıl sonsuzluğu anlattığını oldukça güzel
tanımlar; kitabın sonsuzluğuna da inanır. Gerçekten de milyon gece dese binbir
kadar sonsuzluğu anlatamaz, yine sonlu olurdu. Yedi konferansının toplandığı “Yedi
Gece” kitabında, çeşitli dillerde basılan Binbir Gece Masalları’ndan örnekler
veren Borges, “bu kitapların hepsi birbirinden farklı, çünkü Binbir Gece
Masalları sürekli dallanıp budaklanıyor, kendini yeniden yaratmayı sürdürüyor”
der.
İranlıların
çok sevdiğim bir efsanesi vardır. Zümrüdü Anka veya Anka Kuşu olarak da bildiğimiz
Simurg. Türk mitolojisindeki adı da Tuğrul Kuşu’dur. Bir yerde okumuştum. Ermeni
ve Bizans ikonografilerinde de resmedilmiş. Efsanevi kuş. Daha doğrusu bir kuş/masal…
Neden mi? Anlatayım.
Simurgu,
“Bilgi Ağacı’nın dallarına yuva kuran ölümsüz bir kuştur” diye tanımlayan; hatta
düşleyen Borges, “Düşsel Varlıklar” kitabında efsaneyi çeşitli alıntılarla enfes
bir şekilde anlatır.
Borges,
bu anlatımının bir yerinde, onüçüncü yüzyıldan Ferideddin-i Attar’ın, Mantık
al-Tayr’ında (Kuşlar Meclisi) geçen 4 bin 500 beytlik alegorisinin konusunu
çarpıcı bulur.
Bu
alegoriye göre, kuşların gurbet ellerdeki kralı Simurg’un, göz kamaştırıcı
tüylerinden birini arayan ve bu uğurda azala azala sayıları otuza düşen kuşlar,
Simurg’un bulunduğu ulu doruğa konarlar. Sonunda görürler onu; ve anlarlar, Simurg
kendileridir, her biri ve hepsi Simurg’dur.Neden hepsi Simurg’dur. Farsça’da 30
“si”dir. Bence, “bir düşünceyi, davranışı ya da eylemi, daha kolay
kavratabilmek için, onu, yerini tutabilecek simgelerle, simgesel sözlerle,
benzetmelerle göz önünde canlandırma işi” olarak tanımlanabilen alegorinin de
efsanenin de zirvesi budur.
İster
Simurg, ister Zümrüdü Anka, ister Tuğrul deyin fark etmez; bu efsanevi kuş ölümsüzdür
ve küllerinden yeniden doğar. Gücü de sonsuzluğu da buradan gelir.
İran
efsanelerine göre, bu kuş o kadar yaşlıymış ki dünyanın yıkılışına üç kez şahit
olmakla kalmamış, tüm zamanların bilgisine de sahip olmuş.
Tıpkı
doğa gibi…
Yazın
büyüyen, sonbaharda hasat olan, kışın küllenen doğa, ilkbaharda yeniden uyanır.
Hepinize bir şekilde sorulmuştur. “Hangi mevsimi daha çok seversin?” diye. Sevmediğimden
başlayayım. Kar hariç kışı çok sevmem. Çünkü karanlığı sevmem. Babaannemler
çağında 21 Aralık-21 Ocak arasına “karakış” denirmiş. Buradaki “kara” sözcüğü
sadece kışın sertliğini tanımlamak için değil, ondan daha çok uzun geçen geceleri
ve ışıksız günleri anlatmak için kullanılıyor. Fyodor Dostoyevski’nin belki de
en az mutsuz hikayesi, hayalperest bir adamın 4 günlük aşkını anlattığı “Belye
Nochi”, Türkçesiyle “Beyaz Geceler”, St. Petersburg’da, havaların hemen hiç
kararmadığı Haziran ayının ikinci yarısında geçer.
Bazıları
karanlığı sever ama sanırım ben, Johann Wolfgang Goethe gibi son nefesimi
aldığımda da “ışık, biraz daha ışık” diyeceğim.
İlkbaharı
mı seviyorum. Sonbahardan sonra evet. Yazı geçelim. Sıcağı sevmem…
Benim
için sonbahar ayrı…
Mevsimlerse
konumuz; bence içlerinden en hüzünlüsü sonbahardır. Belki ondan dolayı üzümde hasata bağ bozumu
denir.
Sonbaharla
ilgili roman, öykü, şiir, şarkı hepsi hüzünlüdür. Bir yok oluş. Küle dönüşüm ve
ilkbaharda küllerinden yeniden doğuş.
Aylar
içinde de sonbahar denince benim aklıma Eylül ayı gelir. Neden bilmem. Ekim ve
Kasım’ı o kadar sevmem. Benim sevdiceğim Eylül ayıdır. Belki de doğadaki
dönüşümü en iyi o ay anlatır.
Alpay’ın
muhteşem söylediği “Eylülde Gel” şarkısının son bölümünü hatırlayalım; ne
diyordu:
“Eylülde
gel Eylülde okul yoluna
Konuşmadan
yürüyelim gireyim koluna
Görenler
dönmüş hem de mutlu diyecekler
Ağaçlar
sevinçten başımıza konfeti gibi
Yaprak
dökecekler”
İlkbahar
olsa doğa uyanmış, çiçekler açmış, kuş sesleri ortalığı kaplamış, bütün tabiat
ve bu tabiatın bir parçası olan insan cıvıl cıvıl olurdu. Bir hareket bir
canlılık… Konuşmadan yürünür mü kol kola ilkbaharda… Ama sonbaharda da mutlu
olunur. “Görenler dönmüş hem de mutlu diyecekler”…
Cemal
Süreyya, “Eylül’dü” şiirini;
“Dedim
ya… Eylül’dü.
Savruluşu
bundandı kimsesizliğimin” diye bitirir. İliklerine kadar hüzün…
Yine
de hüzün, insanın haleti ruhiyesine bağlı olarak da değişir. Bazen ilkbahar,
sonbahardan daha hüzünlü geçebilir.
Nitekim,
Turgut Uyar, “Acıyor” şiirinde;
“Tavrım
bir çok şeyi bulup coşmaktır.
Sonbahar
geldi hüzün
İlkbahar
geldi kara hüzün” der.
Hüznü
en iyi anlatan filmlerden biri 1969 yapımı “They Shoot Horses, Don’t They”, Türkçe’ye
“Onlar Atları da Vururlar, Değil mi?” şeklinde çevrilebilir. Film, Türkiye’de 1972
yılında özgün adıyla alakası bulunmayan “Son Gerçek” olarak gösterime girmiş;
daha sonra TRT filmin özgün adına daha yakın “Atları da Vururlar” adıyla TV’de
yayınlamış. Amerikan sinemasından beklenmeyecek bir duyarlılıkla işlenmiş filmi
Sydney Pollack yönetmiş. Başrollerde Jane Fonda, Michael Sarrazin muhteşem bir
oyunculuk sergiliyorlar. Film, 1930’lu yılların Amerika’sında dans maratonunda
onurlarını ayaklar altına almak pahasına, para ödülü için ölümüne yarışmalarını
anlatır. Filmin sonu hüznün doruğudur.
Jane
Fonda’yı her zaman beğenmiş ve başarılı bulmuşumdur. Oyunculuğunun yanı sıra
kadın hakları için çalışması, Vietnam Savaşı’na karşı muhalefeti, azınlık hakları
için mücadelesi önemlidir. Sevmediğim tarafı aerobiki başımıza bela etmesidir. Hüzünlü,
sessiz, sakin, duru bir güzelliği de var; Türkiye’de “New York’ta Bir Pazar”
olarak vizyon alan “Sunday in New York” veya "Çıplak Ayaklar" olarak gösterime
giren “Barefoot in the Park” filmlerindeki gibi canlı, yerinde duramayan bir
yapısı da var. Hem sonbaharı hem ilkbaharı temsil ediyor. Ben Jane Fonda’nın aerobik
yaparken hali yerine hüzünlü, sessiz, sakin halini tercih ederim.
Destansı şiirleriyle unutulmaz şairimiz Atilla İlhan, “An Gelir” şiirinde, “görünmez bir
mezarlıktır zaman, şairler dolaşır saf saf tenhalarında şiir söyleyerek” der.
Bu şairlerin en büyüklerinden biri olan Hilmi Yavuz’un, “Nazım Hikmet” şiirinin
ilk dizelerine katılmamak elde değildir. “Hüzün ki en çok yakışandır bize. Belki de en çok
anladığımız”…
Sonuçta
sadece doğaya değil, insana da en çok yakışan hüzündür. Özellikle Eylül ayını
yaşadığımız şu günlerde…
7 Eylül 2016 - Metin Türkyılmaz
Yüreğine sağlık arkadaşım ... https://www.youtube.com/watch?v=1nmZvik4GuA
YanıtlaSil