-1960’lar…

Hayatımın ilk 4 yılı. Çok azını hatırlıyorum. Oysa ne çok şey olmuş 1966-1970 arasında… 1968 olayları… Prag Baharı… Aya ilk ayak basış… Sisli hatıralar. Yaş henüz ikibuçuk, bir gece vakti uyanma. Anneni yanında bulamama... Ağlama ve anneni isteme. Karanlık. Zifiri bir karanlık, köy evine çökmüş. Evin yanında bir ahır… Ağlama bitmeyince halanın kucağında evden çıkış ve ahırın kapısı açılıyor. Gaz lambası, sadece birkaç kadın ve anneni aydınlatıyor. Kadınların “neden getirdin” diye azarları. Ne yapıyorlar diye bir merak. Sonra, istemeden eve dönüş ve ilk kardeş.
Hatırlamadığım 6 ay sonrası yine bir gece bir tanıdığın sırtında babanın öğretmenlik yaptığı köyden dedenin köyüne gidiş. Anne yüreği. Kucağında ölü çocuğu, sessiz sessiz ağlarken, bir ceket üzerime atmış üşümeyeyim diye. Ne muhteşem bir gece… Kafamı kaldırıyor ve gökyüzüne bakıyorum. Binlerce yıldız, bir daha ömrüm boyunca görmeyeceğim kadar çok.

En fazla üç yaşındaydım. Annem ve babamla gittiğim bir gezi, ilk bütünlüğü olan anım. Tanıdık bir köy evinde evin girişinde yörede avlu denen holdeki sedirdeyim. Babam, bir taburenin üzerinde oturuyor. Ortada, bir yer masasının üzerinde annem ve ev sahibi kadın yemek hazırlıyor. Bir yandan da sohbet ediyorlar. Kim olduğunu hatırlamadığım kadın, annem daha yirmisinde bile değilken, kırklı yaşları yaşıyor. Avlunun dış kapısı açık... Ben sedirde sessizce otururken, ayaklarıma bakıyorum. Genişliği bir metrenin altında olan sedirde bacaklarım kenara ulaşmıyor. Oysa, bacaklarımı kenarda sallamak istiyorum. Arada sırada gözlerimi kapının dışına dikiyor, oyun oynayan çocukların geliş gidişlerini izliyorum.
Nedense eski anılarım hep sisli. Ben mi öyle hatırlıyorum yoksa hava gerçekten mi sisli. Yine sisli bir hava, yollar çamurlu. Kar yok ama güneşli bir öğlen. Köyün karşı yakasında da evler görünüyor. Ev sayısı fazla geliyor ve ilgimi çekiyor. Uslu ve fazla konuşkan olmayan bir çocuk olan ben, babamın, “Metin istersen dışarı çık, çocuklarla oyna ama uzaklaşma” sözleriyle çekinerek dışarı çıkıyorum. Çocuklara sessizce bakıyorum. Yavaş yavaş birbirimize ısınıyoruz. Oyuna dahil oluyorum. Oyun basit bir o yana bir bu yana koşmak. Kimse de konuşmuyor. Neden bilmem sessizce koşuyoruz. Ya da ben öyle hatırlıyorum. Aradan oldukça fazla zaman geçiyor. Annemin seslenmesiyle sessizce, çocuklarla konuşmadan, veda etmeden yanlarından ayrılıyorum. Sedirin üzerine çıkarıyorlar. Küçük bir tepsiyle yemeğimi getiren annem yanıma oturuyor. Benim gözüm dışarıda, annemin verdiği yemeği, ne olduğuna bakmadan yiyorum.
Bir köpek yavrusu… Çok küçük, sürekli uyuyor. Kırmızıya çalan bir sarı renk… Babamın hediyesi… Lojmanın bahçesinde oynamak istiyorum. O ise uyumak. Uyudukça ölecek sanıyorum. Annem, “Metin köpeği rahat bırak. Dinlensin, daha çok küçük” deyişi kulaklarımda. Ya ölürse ben ne yaparım. Uyumamalı… Sürekli yanında olan ilk dost, ilk arkadaş…
1960’ların son günleri, bir öğlen uykusunda uyanış ve yanında yeni doğmuş ikinci kardeşle ilk karşılaşma. Annenin “Metin bu kardeşin, dikkat et” deyişi kulaklarımda. Dikkatle inceliyorum. Aralık ayına rağmen sis yok, aydınlık bir öğleden sonra. Bunu daha iyi hatırlıyorum. İyi hatırladığım ilk kardeş…
Dünyam küçük. 'Ben' odaklı. Dünyanın merkezindeyim. Annem, babam, kardeşim, yakınlarım, evim ve çevresi… Benim dünyam… Ötesi yok. Beşyüz metre yarıçapındaki bir dünya. Benim için beşyüz metre ötesi bile çok uzak. Bu çocuk büyüyecek. Başka dünyaları da merak edecek ama daha zaman var. Büyüdükçe çevremiz de genişliyor. Yaşlandıkça da daralıyor. Bu bir kısır döngü… 

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

-Dolardaki artışın ekonomiye etkisi...

-Krizler ekonomisi-1994 krizi

-Dolar sevdası hiç geçmiyor…

-Yalnızlık

-Güçlü bir ekonomi için ne yapmalı?