-Suçluluk
Voltaire,
“her insan, yapmadığı tüm iyiliklerden suçludur”
Hiç
kuşkusuz ki insanın ruh halini en çok içinde bulunduğu ortam etkiliyor. Yaş
50’ye ulaşınca daha dikkatle çevreyi izliyor, insanların ruh halini daha iyi
görebiliyorsunuz. Yaşın ve yaşanan deneyimlerin etkisiyle kesinlikle daha
duyarlı bir insan haline de geliyorsunuz. Son yıllarda ben mi değiştim ya da
ortam mı değişti bilmem ama insanlar gülmez oldu. Bazen işyerinde birinci katta
bulunan ve ana caddeyi cepheden gören çalıştığım odanın penceresinden dışarı bakıyorum.
Sürekli tıklım tıklım olan caddedeki insanlar, bir devinim halinde hareket
ediyorlar. Ama mutsuz… Kaygılı… Sıkıntılı… İçinde bulunduğumuz günlerde de
suçluluk duymadan mutlu olmanız zor. Sürekli bir terör, geçim sıkıntısı, işini
kaybetme veya iş bulamama korkusu insanları esir almış durumda. Bu ülkeyle de
sınırlı değil gibi. Hemen her ülkede geniş halk kitleleri bunu yaşıyor. Kapanan
işyerleri, insanı ruhen bitiren rekabet ortamı her yeri sarmış durumda. İnsan
olan bu ortamda zor yaşar.
Hatırlayın
eski günleri… İnsanlar her şeye sahip değildi. Çok büyük çoğunluğun arabası
yoktu. Evler, şimdikilerle karşılaştırılamayacak durumdaydı. Bir karyola, basit
bir mobilya takımınız, bir televizyon, bir buzdolabınız varsa sizden iyisi
yoktu. Çamaşır makinesi bile sonra girdi hayatımıza. Ev telefonu için bile
yıllarca sıra beklenirdi. Telefonda şehirler arası aramak istediğiniz de telefonu santral bağlardı. Santralı arar, normal mi yıldırım mı diye belirtirdiniz. Ona göre ücret gelecek. Rock Hudson
ve Doris Day’ın 1959 tarihli Pillow Talk, Türkçesiyle Yastık Sohbeti filmi,
farklı binalarda oturmalarına rağmen, paralel hatta sahip iki kişinin telefon
kullanımı çekişmesi üzerine kuruludur. Hudson ve Doris Day paralel hatta
sahiptirler, biri konuşurken diğeri başka yere telefon edemiyor en fazla
diğerinin konuşmasını dinler veya konuşmaya ortak olur hale geliyordu. Bir
türlü Doris Day rahatça telefon etme fırsatı bulamadı. Sonuç aşkla bitti ve
ikili evlendiler.
Geçmişte
bu kadar tüketim çılgınlığı yoktu. Her üründe çeşit sayısı sınırlıydı. Üç beşi
geçmezdi. İnsanların tüketimi çok fazla artmıyordu. Kredi kartları, tüketici
kredileri yoktu. Bu kadar eşya da yoktu. Olmayan, görmediğin, ulaşamayacağın
eşyayı alamazsın. Gelişmiş ülkeler için 1950 ve 1960’lı yılları refah yılları
olarak görmemizin sebebi de budur. İnsanlar,
karınlarını doyuracak parayı kazanıyorlar, kazandığını yiyorlar ve mutlu
bir şekilde yaşıyorlardı.
Eski
günlerdeki mutluluk hiçbir yerde kalmadı. Gittikçe sayıları azalan ama
servetleri artan bir azınlık dışında hayatından memnun olan geniş halk
kitleleri var mı? Yok. Dünyanın hiçbir yerinde yok.
Bırakın
başka yerleri yaşadığınız mahalleye bakın. Çocuklar sokaklarda güvenli bir
şekilde oynayabiliyorlar mı? Çocuğunuzu bir komşunuza emanet edebiliyor musunuz?
Başınız sıkıştığında mahalleli topluca hareket edip arkanda duruyor mu? Güçsüze
yardım eden, düşeni ayağa kaldıran var mı? Mahallenin bakkal amcası, kasap
amcası, manav amcası kaldı mı? Tasada, sevinçte ortak değilsek biz neyiz?
Bu
durum, çok fazla süremez. İnsanoğlu aklını başına almalıdır.
En
acısı, çocukların bile çağımızda ciddi olmasıdır. Bakıyorum, daha yaşı 8-10
olan bir çocuk gelecek kaygısına düşmüş.
Biz
çocukken hasta olmayı ya da daha da ileri gideceğim ölümü hiç düşünür müydük? Aklımıza
bile gelmezdi. Çocuklar, belki de tüm iletişim kanallarından ölüm haberleri ala
ala ölüm korkusu taşır oldular.
Şu
sıralar 18’ini yaşayan oğlum, 4-5 yaşındayken bana dünyanın geleceğini sordu.
Bir film veya belgeselde görmüş olmalı. Ben de çocuğun yaşını düşünmeden,
dalgın, dikkatsiz ve en önemlisi duygusuz bir şekilde, dünyanın da bir ömrü
olduğunu, yaklaşık 1 milyar yıl sonra yaşanmaz hale geleceğini, 5 milyar yıl
sonra da sönen ve çok büyüyen güneş tarafından yutulacağını söyledim. Çocuğun
yüzüne bakınca hemen yanlışımı anladım ve hatamı düzeltmek için, hiçbirimize
bir şey olmayacağını yeni bir dünya bulacağımızı sözlerime ekledim. Ama oğlum,
bunu bile kabullenmemiş, ağlayarak, dudaklarından “ama ben bu dünyayı çok
sevmiştim” sözleri dökülüvermişti. Bir anda dondum kaldım. Ne diyeceğimi
şaşırdım. Doğru ya, hepimiz bu dünyayı çok sevdik. Sanki hiç yok olmayacakmış
gibi, sanki biz hiç ölmeyecekmişiz gibi… Bunu bilmemize rağmen, yine de dünyaya
en fazla zararı biz verdik. Dünyayı yok ediyoruz. Kurdun kuşun, börtü böceğin
buna en ufak bir dahli yok; tek suçlu biziz.
Fransız
yazar ve filozof Voltaire, “her insan, yapmadığı tüm iyiliklerden suçludur”
der. Yapamadığı demez. Yapmadığı der.
Şimdi,
iyi bir insan olarak dünyanın haline bakın. Ben utanıyorum. Yerin dibine
giriyorum. Yapamadığım o kadar çok iyilik var ki… Suçluyum. Suçumu iliklerime
kadar kabul ediyorum. Bana başarıdan, kazanmaktan kimse bahsetmesin. Bence
insanı insan yapan, başaramamışsa, kaybetmişe yardımdır. Oğuz Atay’ın o güzelim
kitabının adından daha muhteşem bir kitap adı olabilir mi “Tutunamayanlar”.
Tutunanların tarafında olmaktansa bin kere tutunamayanların tarafında olurum.
İngiliz
felsefeci Thomas Hobbes, herhalde Latince “homo homini lupus” yani “insan
insanın kurdudur” derken farklı bir şeyi kast etmiyordu. Çünkü, içinde
bulunduğumuz ortamda kendi varlığını korumak yok. Karşısındakini yok etmek,
vahşice katletmek var. Sezen Aksu’nun kullandığı anlamda değil ama içinde
bulunduğumuz ortama bakarak söylüyorum “masum değiliz hiçbirimiz”. Çocukların
cesetleri denizde kıyılara vuruyorsa, ırkçılık almış başını gidiyorsa, uygarlığın
beşiği geçinen Avrupa göçmen alarak yardım etmek yerine, para vererek
göçmenleri Türkiye’de tutmaya çalışıyorsa; dünyada üretilen gıdanın üçte biri
israf edilirken, 795 milyon insan açlık çekiyor, her yıl 10 milyon insan
açlıktan ölüyorsa, dünyada hemen her gün yüzlerce insan masumken teröre, savaşa
kurban gidiyorsa masum olamayız hiçbirimiz.
Şiirimizin büyük emektarı İlhan Berk, boşa demiyor, “korkuyorum bir gün biri çıkıp ‘Ey İnsanoğlu!’ diyecek ve kimse üstüne alınmayacak”
Şiirimizin büyük emektarı İlhan Berk, boşa demiyor, “korkuyorum bir gün biri çıkıp ‘Ey İnsanoğlu!’ diyecek ve kimse üstüne alınmayacak”
Yorumlar
Yorum Gönder