-Ölümü Hissetmek
Belki
de insanın en büyük çaresizliği. İnsanoğlunun tam anlamıyla kontrol edemediği,
anını öngöremediği, bu yüzden de en çok korktuğu… En kötüsü de diğer
canlılardan farklı olarak bilincinde olduğu…
Kim
ne derse desin insanın en büyük kabusu ölümdür. Yine de eşitlikçi olduğu
tartışılmaz. Yoksul da olsan, zengin de kral da olsan, peygamber de ölüm seni
buluyor. Ayrım yapmadan. Dünyaya sahip olsan da hiçbir şeyin olmadan
gidiyorsun. Sormuyor, zengin misin, yoksul mu, önemli misin, önemsiz mi, iyi
misin kötü mü…
Kitaplarını
okurken insanı bunalımdan bunalıma sokan, neredeyse dünyanın bütün yükünü
üzerinde iliklerine kadar hisseden ama yine de “palto giymeye üşenirken bu koca
dünyayı sırtımda nasıl taşırım ben” diyen Franz Kafka, “ölümün olduğu bu
dünyada hiçbir şey çok da ciddi değildir aslında” diyerek ölüm gerçeğini, ölüm
varken hayatın anlamsızlığını iyi kavradığını gösteriyor. Yine de altında
ezildiği bu yükü üzerinde taşımaktan ve ciddi kitaplar yazmaktan kendini
alıkoyamıyor. Zaten Kafka, çok da bu dünyadan değildi. Varlığıyla var olmayan gelecekten
gelmiş gibiydi. Anlaşılamadan bu dünyayı terk etti, yazdıklarını geleceğe
bıraktı.
Hiçbir
duygu, ölüm gerçekliğinin ötesine kolaylıkla geçemez. Kolay mı yok olmayı
kabullenmek. Yok oluş. Bir varlığın asla kabullenemeyeceği bir durum… Var
olmanın aslına, var oluşuna ters… Her canlı, bitki, hayvan fark etmez, var
olmak için yaşar. Ölmek için değil. Yine de yaşamın da bir sonu vardır. Bazen
doğal, bazen de doğal olmayan…
Sadece
insan, bir gün elbet öleceğini bilir. Zaten en kötüsü de budur. Bilmek. Çoğu
zaman bilgi yüktür. Hemen hiçbir zaman da paylaştıkça azalmaz. Yalnızlık gibi. Geleceği
bilmek. İnsanın en büyük hayali… Bunun için fal ve falcılar, kehanet ve
kahinler var. Bundan dolayı, gelecekte olacak iyi şeylerden bahseden fütürizm
ve fütüristler ortaya çıktı. Bilim kurgunun varlık sebebi ne? O da gelecekten
haber vermiyor mu? Hepsinin bilmek için uğraştığı şey gelecek. Daha doğrusu
gelecekte ne olacağı… İnsan niçin bunun için yanıp tutuşuyor? Geleceğini, tüm
unsurlarıyla yaşayacağı ortamı, sonunu görmek istiyor. Oysa, bunu bilse
yaşamanın anlamı kalmayacak. Kim bir sene sonra öleceği bilerek, hiç ölmeyecek
gibi yaşar.
Yıllar
önce beni çok etkileyen bir rüya gördüm.
Karanlık,
yağmurlu bir akşam, saat 12 civarı… İstanbul’da Mısır Çarşısı’ndan Sirkeci’ye
doğru arabayla gidiyorum. Sokak ıssız ve karanlıklar içinde. Bir ölüm
sessizliği ortama hakim… Yağmur sesi dışında hiçbir şey duyulmuyor. Sokağın
gündüz halinden, o curcunadan eser yok. Mezarlık gibi bir sessizlik… Ürpermemek
elde değil. Nereden geldiğim meçhul ama Çemberlitaş’taki bir düğünden
karımı, oğlumu ve annemi almaya
gidiyorum. Dalgın ve düşünceli bir haldeyim. Geceyi uyandırmamak için arabayı
yavaşça sürüyorum. Büyük Postane’ye yakın bir yerde sağda yol kenarında bir
insan karartısı görüyorum. El falan kaldırmıyor. Neden bilmem yine de yanında
duruyorum. Sanki beni bekliyormuş gibi arka kapıyı yavaşça açıyor ve sessizce
biniyor. Yağmurlu gecede, yağmurun sesi hariç, ne bir ses ne bir nefes…
Konuşmadan oturuyor. Dikiz aynasından göz gezdiriyorum. Başında bir fötr şapka,
kısa sayılabilecek orta boylu, paltolu, toplu, bıyıklı bir adam… Birine
benzetiyorum ama çıkaramıyorum. Gözlerini göremiyorum. O kadar yağmura rağmen, şemsiyesi
de olmadan hiç ıslanmamış olması korkutuyor. O kadar ki konuşamıyorum. Nereye
gideceğini soramıyorum. Neyle karşılaştığımı kestiremiyorum. Bir daha da dikiz
aynasına bakmaya cesaret edemiyorum. Sirkeci’de yola çıkınca sağa dönecekken sola
dönüyorum. Galata köprüsüne doğru yol alıyorum. Adam bana hiçbir şey
söylemiyor. Nefes de almıyor. Köprüden geçiyorum. Dolmabahçe’den Barbaros
Bulvarı’na doğru gidiyorum. Ortam öyle bir hal alıyor ki ben de nefes almaya
korkuyorum. Olabildiğince sessiz, hissettirmeden nefes alıyorum. Arabanın motor
sesi bile duyulmuyor. Sanki hiçliğe doğru gidiyoruz. Barbaros Bulvarı’ndan
yukarı doğru çıkıyorum. Adam hiçbir şey demiyor ama Zincirlikuyu’ya gittiğimi biliyorum.
Karım, oğlum, annem, babam, bütün tanıdıklarım tek tek bir film şeridi gibi
gözümün önünden geçiyor. Bu kadar kısa sürede bu kadar insanı hatırlamama
afallıyorum. İçimden, “ben nereye gidiyorum. Benim almam gereken bir ailem var”
diyorum. Oğlumun iki yaşında olduğu aklıma geliyor. “Gitmek zorundayım. Ne
olursa olsun dönüp düğün salonuna gitmem lazım” diye düşünüyorum ama ağzımdan
bir fısıltı bile çıkmıyor. Zincirlikuyu’nun kapısında duruyorum. Adam bekliyor.
Ben de sessizce, kıpırdamadan duruyorum. Tüm cesaretimi toplayıp dikiz
aynasından adama bakıyorum. Gözlerini bana dikmiş, ölümün derinliklerinden
gelmiş gibi bakıyor. İşte o zaman anlıyorum. Ölümü iliklerime kadar
hissediyorum. Ve uyanıyorum.
Bu
benim geleceğimse bilmek istemiyorum. Yine de Yunus’la aynı düşüncedeyim;
“ölümden ne korkarsın, korkma, ebedi varsın”…
28
Mayıs 2017
Sen yine de ekonomi yaz. Ölüm falan, Boş ver. Ekonomi ne alemde, ölüyor mu? onu yaz :)
YanıtlaSilFranz Kafka (3 Temmuz 1883-3 Haziran 1924)... Daha dün gibiydi doğumunun 100. yılı... Bugün ise ölümünün 93. yılı... Bulaşıcı bir hastalık gibi görülür O'nun bıraktıkları. Ama, o 41 yıllık yaşamdan kalanlarla ne bulaşırsa bir insana, yazdığı reçeteye güvenenleri hiç mahçup etmemiş bir uzman hekimin yakınlığını hisseder. İyi ki edebiyata bir Kafka bulaşmış. Ne iyi etmişim de yazdıklarını defalarca okumuşum.
YanıtlaSilŞenol Aydoğan