-Geçmişten gelen sevgili…

Hayali, eski bir sokak. Geçmişteki heybeti üzerinde taşıyan, yıllardır tamirat yüzü görmemiş konaklar arasında süzülen... Motor sesi duyulmadan yaşamış, daracık... Arnavut kaldırımıyla döşenerek geçmişle bağlantısını kurmuş, çıkmaz bir sokak.
Sessiz, sakin, dingin bir yaşama açılan, debdebeden uzak, zamanın durduğu bir yer. Tek tük de olsa çocuklar görünmese, sesleri duyulmasa, insanda ölüler diyarında hissi uyandıran, loş bir mekan. Dali’nin adını “Belleğin Direnişi” koysa da zamanın sonunu daha iyi anlatan tablosuna benzer bir ortam. Sanki ömrünü tamamlamış, hüzünlü bir şekilde sonu bekleyen bir sokak. Ve bu ortamda sokağın ruhuna uygun şekilde yavaş, sessiz ve kaygısız yürüyorum. Nereye baksam geçmiş. Sanki geçmişte yol alıyorum. Hayatın bütün karmaşasıyla sürdüğü bulvara bu kadar yakın bir arka sokakta, geçmişin bütün ruhuyla yaşandığı bir ortam, insanda garip bir duygu oluşturuyor. Ben mi geçmişe gidiyorum, geçmiş mi bana geliyor. Çözemiyorum.
Sokağın sonlarına doğru köhne bir sahaf gözüme çarpıyor. Sahaf, tam olması gereken yerde. Ne yakın ne de uzak. Yaşlı yüzlerdeki derin çizgiler gibi geçmişin bütün izlerini üzerinde taşıyor. İki yana açılan ahşap kapısı aralık. Kapı ve pencere çerçeveleri maviye boyanmış. Boya dediysem neredeyse tamamen solmuş. Kapı önüne bile kitaplar, dergiler dizilmiş. Yavaşça içeri adım atıyorum. Eski kitaplar etrafımı sarıyor. Sessiz ve derinden... Tozlu raflar, masa üstü ve tahta zemin kitaplarla dolu. Kasada, hayatın imbiğinden geçmiş, bilge görüntüsünü içselleştirmiş, gözlüklerini burnunun ucuna indirmiş bir şekilde bana bakan yaşlı bir adam, yanılmaz bir şekilde beni tartıyor, puanlıyor, konuşmasını ayarlıyor ve “hoş geldin" sözleri dudaklarından dökülüyor. İlk kez görmesine rağmen yıllardır beni bekler gibi bir hali var. Bir an durakladıktan sonra “ne aramıştın” diye ilk sorusunu soruyor. “Geçmişi”, Marcel Proust’un aradığı gibi “Kayıp Zamanı” demek istiyorum. Ağzımdan “kitaplara bakacağım” diye anlamsız bir cümle çıkıyor. Adam sanki duymak istediğini, ben söylemesem bile duyuyor. “Buyurun” dedikten sonra kitaplarla beni yalnız bırakıyor. Gözlerim kitaplar arasında gezerken, çocukluğumdan bu yana hep merakımı çekmiş ansiklopedileri görüyorum. 1928 tarihli bir Larousse beni heyecanlandırıyor. Hemen ilgili cildi buluyor ve Türkiye bölümünü açıyorum. Cumhuriyetin ilk yıllarına gidiyorum. Zamanda yolculuk gibi... İlginç bir duyguya kapılıyorum. Fransızca yazıyı anlamasam da fotoğraflara ve rakamlara bakıyorum. Sanki fazla bir şey değişmemiş gibi. "Kayıp olan zaman mı yoksa biz mi" diye düşünmeden edemiyorum.
Bir süre sonra gözlerim başka kitaplara kayıyor. Sonunda aradığımı buluyorum. Hepsinden farklıyı, bilinmeyeni, kayıp olanı… “Geçmişten Gelen Sevgili”. Bu kitabı ilk kez görüyorum. Adını da hiç duymamıştım. Tanınmamış bir yazar yazmış. Kapağı, koyu yeşil ciltli. Usta bir ciltçi yapmış olmalı. Şu an yaşamayan. Basımından bu yana neredeyse 60 yıl geçmesine rağmen, bozulmamış. Elime alıyorum. Kokluyorum. Geçmişten gelen bir kağıt kokusu içimi dolduruyor. Kapağı çeviriyorum. Yapraklar sararmış ama sanki hiç çevrilmemiş, ilk kez açılıyormuş gibi sağlam. Demek kimse okumadı. Ne yazık. İlk sayfada kitabın adı, basım yeri, basım tarihi yazıyor. Basım tarihine bakıyorum. İlk baskı 1961 tarihli, diğer baskılar yazılmadığına göre elimdeki ilk basım.
Kısa bir önsöz. Teşekkür babında. Atlıyorum. Beşinci sayfada romanın ilk cümlelerine ulaşıyorum. 
“Onu yıllar sonra, hayali eski bir sokakta, köhne bir sahaftan çıkarken gördüm. Hüzünlü yeşil gözlerinden, kızıl saçlarından, hafif çilli yüzünden, vakur duruşundan hiçbir şey kaybetmemişti. İlk karşılaşmamızı hatırladım, sisli anılar arasında… İkimiz de gencecik üniversite öğrencileriydik. Hiç konuşmamamıza rağmen derinden etkilenmiştim. Hayatımın bir daha eskisi gibi olmayacağını, sadece geleceğimin değil, geçmişimin de değişeceğini anlamıştım. Yanımdan sessizce geçti. Konuşmak istedim ama sesim çıkmadı. Tüm cesaretimi topladım ve kafamı arkaya çevirip ardından baktım. Gür, omuzlarına inen dalgalı saçları, dizlerinin altına kadar uzanan bol, yeşilli kahverengili çiçekli elbisesi, kahverengi süet botu sanki dün gibi gözlerimin önünde. Sokağın sonuna kadar ardından baktım. 
Arnavut kaldırımlı sokak, benim mekanım oldu. Defalarca gittim. Bazı günler sahafta uzun süreler geçirdim. Bir türlü göremedim. Bir hafta sonra öğle vakti yine ona rastladım. Kalbim duracak gibi oldu. Yine sahaftan çıkıyordu. Elinde koyu yeşil ciltli bir kitap gördüm. Kitabın başlığını göremedim. Hafifçe kafamı öne eğdim. Gülümsedi. Sanki benim günlerdir bu sokakta kendisini görmek için zaman geçirdiğimi anlamış gibiydi…”
Uzayıp giden sayfaları sonra okurum diyerek atladım. Hemen kitabın son sayfasını açtım. "Geçmişten Gelen Sevgili" kitabının son cümleleri şu şekilde bitiyordu:
“Artık veda zamanı. Trene biniyor. Yavaş yavaş tren hareket ediyor. Basamaklarda bana el sallıyor. Gözlerim buğulanıyor. Gizlemeye çalışıyorum. Ayrılmak çok zor. Bana gülümsüyor. ‘Bekle beni’ diye sesleniyor. ‘Sonsuza kadar’ diyorum ama bu onu son görüşüm oluyor. Geçmişten gelen geçmişe gidiyor.”

İçimi bir hüzün kaplıyor. Elimde kitap sahaftan çıkıyorum. Uzun bir yolum var. Geçmişin peşine düşüyorum. Kayıp zamanı arıyorum. 

Yorumlar

  1. Herkese peşine düşeceği bir geçmiş nasip olmuyor sanırım. Şans...

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Geçmişi tararsan peşine düşeceğin bir geçmiş bulursun. Bol şanslar...

      Sil

Yorum Gönder

Bu blogdaki popüler yayınlar

-Dolardaki artışın ekonomiye etkisi...

-Krizler ekonomisi-1994 krizi

-Dolar sevdası hiç geçmiyor…

-Yalnızlık

-Güçlü bir ekonomi için ne yapmalı?